Translate

29 Ağustos 2016 Pazartesi

HELİKOPTER PARA NEDİR?

Krizlerin etkisi azaltmak ve piyasaları canlandırmak için şimdi de bireylerin hesabına doğrudan para yatırma gibi bir uygulama çeşitli ülkelerin gündemlerinde…












Dünya ekonomisinin içinde bulunduğu kırılgan büyüme ve düşük enflasyon ortamında artan küresel resesyon korkularıyla baş etmek için önerilen politikalardan birisi de “Helikopter para" uygulamasıdır. "Cennetten gelecek paralar” olarak da bilinen uygulamayla devlet para basarak doğrudan hane halkına/tüketicilere dağıtıyor. Bu uygulama ile insanların para harcamasını sağlamak, talebi, üretimi ve istihdamı artırmak hedefleniyor.
18. yüzyılda filozof David Hume “bir peri gelse ve herkesin cebindeki parayı iki kat artırsa ne olur?” sorusunu sormuş ve aslında kimsenin daha zengin olmayacağı çünkü fiyatların da ikiye katlanacağı sonucuna varmıştı. Bu düşünce 1969’da Nobel ödüllü Milton Friedman tarafından tekrar gündeme getirildi. Ancak bu kez parayı dağıtan peri değil bir helikopterdi. Milton şöyle diyordu: “Bir helkopter geldiğini ve gökten 1.000 dolarlık banknotlar saçmaya başladığını farz edin.” Friedman, insanların bu nakdi ellerinde tutmak istemeyeceğini ve harcayacağını düşünüyordu. Bunun sonucunda harcamalar artacak ve fiyatlar da artacaktı. Bu uygulamanın merkez bankalarının enflasyon oluşturmak için kullanacağı bir yöntem olabileceği düşünülüyor. Bilindiği üzere ekonominin nefes alması, fiyatların dengelenmesi ve çarkın dönmesi için ılımlı enflasyona ihtiyaç var. Genelde bu oran % 2,3 civarında kabul ediliyor. Enflasyon % 10’un üzerine çıkarsa tehlike başlıyor. Görüldüğü üzere bazı ülkeler enflasyon oluşturmaya çalışıyor, bazıları da enflasyonla mücadele ediyor.
Sıfır faiz politikası ve negatif faiz uygulamaları artık merkez bankalarının istediği sonucu elde etmelerine yetmiyor. Negatif faiz oluşumunun bankaların zarar etmesine yol açtığı, sıfır faiz uygulamasının ise ekonomileri yeterince canlandırmaması sebebiyle, Nobelli Milton Friedman tarafından ortaya atılan ‘helikopterle para dağıtmak’ yani bir başka deyişle insanların para harcamasını sağlayacak teşvikler vermek gündemde. Merkez bankalarının paranın önündeki tüm engelleri kaldırması, sonraki adımda ise mali genişleme, doğrudan para desteği şeklinde yani bir başka deyişle “helikopterle para dağıtmanın” resesyonu engelleyeceği belirtiliyor. Küresel ekonomi sert bir şekilde yavaşladığı için bu tip politikalara gerek duyulduğu savunuluyor.
Krizlerin etkisi azaltmak ve piyasaları canlandırmak için şimdi de bireylerin hesabına doğrudan para yatırma gibi bir uygulama çeşitli ülkelerin gündemlerinde.
İşte bu ülkelerin tezlerine göre sistem;
-Altyapı tahvilleri çıkarılması,
-Konut gibi alımlarının kolaylaştırılması,
-İnsanların cebine doğrudan para konulması,
-Herkese belli bir aylık ödeme yapılması,
- Vergi indirimi,
-Ücretlerin artırılması ve böylelikle harcamalarda artış sağlanması, şeklinde yöntemlere bağlı işleyecek. Böylece harcamalar artacak fiyatlarda artacağından enflasyon da istenilen seviyede kontrollü bir şekilde yükselecek. Durgunluktan çıkılacak.
İktisat politikaları geleneksel olarak para ve maliye politikaları şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Helikopter para içinse hem para hem de maliye politikalarının bir arada yürütülmesi gerekmektedir. Söz konusu politikanın uygulanabilmesi için para politikasını kontrol eden merkez bankası ile maliye politikasını kontrol eden hükümet işbirliği içerisinde olması gerekiyor.
Karşıt görüştekiler ise, para dağıtmanın aşırı enflasyon tehlikesi oluşturacağı ve kamu borçlarını şişireceği, merkez bankalarının bağımsızlıkları ve güvenilirliklerine zarar geleceğini belirtiyorlar. Helikopter para uygulamasının merkez bankalarının bilançolarında büyük delikler oluşturabileceği, hane halkının harcama yapmayı tercih etmemesi riskinin de olduğuna dikkat çekiyorlar.
Bu yazı habergzt.com.'da yayımlanmış olup 8434 defa okunmuştur .

22 Ağustos 2016 Pazartesi

RESESYON NEDİR?

Varlık fiyatları, işsizlik oranları, faiz oranları ve tüketici güven endeksi gibi bazı verilerdeki değişimler resesyonun uyarıcısı olarak kullanılsa bile ekonomistler büyük ölçüde resesyonu tahmin edememişlerdir. 












Resesyon (Recession), makroekonomide geleneksel olarak reel gayri safi yurtiçi hasılanın (GSYİH) iki veya daha fazla çeyrek yıllık periyotta arka arkaya negatif büyüme göstermesi durumudur. Ekonomide resesyon durgunluk olarak da tarif edilebilir. Uzun bir resesyon ekonomik çöküş demektir. Genel kabul gören tanımına göre resesyon belli bir dönemdeki üretimdeki düşüştür. Üretimdeki kısa dönemli düşüşler resesyon olarak tanımlanmaz.
Resesyonlar gelişmiş ülkelerde geçtiğimiz kırk yılda, 70’lerin ortası, 80’ler, 90’lar ve 2000’lerde gözlemlendi. Küresel resesyon ABD’deki resesyonla aynı zamanda (eş anlı) olmuştur. Resesyon döneminde İşsizlik artarken, şirket karları düşer, finansal piyasalar çalkalanır ve emlak piyasası çöker. IMF'ye göre sırasıyla 1975-1982-1991 ve 2009 yıllarında dünyada dört küresel resesyon yaşanmıştır. 2009 yılında yaşanan bu son resesyon daha önce yaşanan resesyonlardan daha etkili ve uzun süreli olmuştur.2010 yılından itibaren yavaş olsa da dünya ekonomileri bir toparlanma sürecine girmiştir. Küresel resesyon 2008-2009 yılları arasında neredeyse tüm ülkeler genelinde yaşanmıştır. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler genel anlamda bu durumdan etkilenmemek için bir takım önlemler almış olsalar da risk kaçınılamayacak kadar  büyük olduğundan kendilerini resesyonun içinde buldular. NitekimÜlkemizde 2004’de % 9,6, 2005’de % 8,4, 2006’da % 6,9 2007’de % 4,7 gibi yüksek büyüme oranları yakalanmışken, küresel resesyon yüzünden 2008’de 0,7 büyüme, 2009‘da ise -4,8 (negatif) büyüme gerçekleşti. Ülkemiz bu küresel krizden en az etkilenen ülkeler arasında yer almıştır.
Resesyonun birden çok gerekçesi mevcuttur. Bazılarına göre mal ve hizmetlerin maliyetindeki sert artışa bağlı olarak gerçekleştiği değerlendirmektedir. Petrol fiyatlarındaki sert yükselişler resesyonun öncüsü olabilir. Enerji maliyetlerinin artması fiyatları yükselteceğinden talepte düşüşe sebep olur. Resesyon, bir ülkenin enflasyonu azaltmak için sıkı mali politikaları uygulaması yüzünden de olabilir. Aşırı kullanılması durumunda bu politikalar mal ve hizmetlere olan talebi düşürebilir ve nihayetinde resesyon belirebilir. Resesyonlar finansal piyasalardan kaynaklı olabilir. Varlık fiyatlarındaki sert yükselişler ve kredi oranlarındaki artışlar borçlanma oranlarındaki yükselişlerle hareket eder. Kurumlar ve hane halkının aşırı borçlanması durumunda ve borç ödemede zorlanmaya başladığında yatırımı ve tüketimi durdurur ve neticesinde ekonomik aktivite düşer. Büyümesi ihracata dayalı ekonomilerde dış talepteki düşüşe bağlı olarak da resesyon gözlemlenebilir. Ekonominin küçülmesi veya daralması da resesyonun habercisi olabilir.
Makroekonomik tüm göstergeler; Endüstriyel üretim, istihdam, reel gelir, toptan ve perakende ticaret verileri de bu ölçümlemenin içerisindedir.  Varlık fiyatları, işsizlik oranları, faiz oranları ve tüketici güven endeksi gibi bazı verilerdeki değişimler resesyonun uyarıcısı olarak kullanılsa bile ekonomistler büyük ölçüde resesyonu tahmin edememişlerdir. 
Resesyonlar sıklıkla olmazlar. Her resesyonun kendine has özellikleri olsa da, işte resesyonların ortak özellikleri:
-Ekonomik büyümenin nüfus artış hızının altına inmesi,
-Kişi başına düşen milli gelirin durağan ve gerileyen bir hal alması,
-İşsizliğin artması,
-Ekonomik faaliyetlerin duraklaması ve gerilemesi,
-Üretim faaliyetlerinin düşmesi, gibi sonuçlar ülkelerin resesyona girmelerindeki en temel göstergeleri oluşturur.
 Resesyona giren bir ekonomide uygulanacak politikalar; Ekonomik krizlerde hangi ekonomi politikasının seçilip uygulanacağı konusu, krizin türü, derinliği ve ülkenin ekonomik ve sosyal koşullarına yakından bağlıdır. Bazı hallerde maliye politikası bazı hallerde para politikası bazı hallerde farklı ekonomi politikaları araçlarının devreye sokulması ya da hepsini bir arada birbirini destekleyecek biçimde uygulanması gerekebilir.
Bu yazı habergzt.com.'da yayımlanmış olup 7820 defa okunmuştur .

15 Ağustos 2016 Pazartesi

UÇAK KRİZİNDEN BUGÜNE RUSYA İLE İLİŞKİLER…

İki lider ilişkilerin eskiye dönmesi için adım atmaya ve Ağustos ayında bir araya gelmeye karar verdi. Bu karar Türk Rus tarihine not düşecek, küresel ekonomi, siyaset ve askeri durumuna da etki edecek bir karardı.














Rusya Esed’in sahada zor durumda kaldığı bir dönemde, Eylül 2015’te tüm dengeleri değiştiren bir adım attı. Suriye’de hava operasyonlarına başlayarak sahaya resmen müdahil oldu. 30 Eylül’de hava operasyonlarına başlayan Rus uçakları, birkaç kez Türkiye hava sahasını ihlâl ettiği için uyarıldı. Kasım 2015’te G-20 zirvesi için geldiği Antalya’da Putin, farklılıklar askeri olarak sahaya yansımış olsa da, ticari ilişkilere yansımaması gerektiği fikrinde ısrarlıydı; “Gerçekten, devletlerimizin Suriye krizinin çözülmesine ilişkin tutumları farklılık göstermektedir. Fakat aynı zamanda Rusya ile Türkiye’nin ortak önceliklerinin olması önemlidir. Mevcut anlaşmazlıklar ikili ilişkilere zarar vermemelidir.” 24 Kasım 2015 günü Türk hava sahasını yine ve defalarca ihlâl eden Rus savaş uçaklarından biri bu kez Türk jetleri tarafından vuruldu. Rus uçağı Türkiye sınırına yakın bölgede düştü, bölgedeki Suriyeli muhalifler pilotlardan birini öldürdü. Ardından çok daha sert açıklamalar geldi. Türkiye “Angajman kuralları gereği ” dedi. On gün öncesine kadar ikili ilişkilerin bozulmaması gerektiğini söyleyen Putin, “Bu olayın sonuçları ağır olacak” dedi ve Ruslara Türkiye’ye gitmeme uyarısı yaptı. Başbakan Medvedev, Türkiye’ye yönelik ekonomik yaptırımların uygulanması için bakanlıklara emir verdi. 15 Aralık’ta yapılması planlanan ÜDİK toplantısı iptal edildi. Bu sırada iki ülke arasındaki ticaret hacmi 35 milyar dolardı.
Enerjiden turizme, ticaretten inşaat projelerine kadar iki ülke ekonomik açıdan birbirine fazlasıyla bağımlı haldeydi. Rusya, Türk tarım ürünlerinin en büyük pazarıydı. Türkiye ve Rusya karşılıklı olarak birbirlerinin en önemli ticaret ortaklarıydı ve Türkiye Avrupa Birliği'nin (AB) ardından Rusya'nın en büyük doğalgaz ve petrol müşterisi konumundaydı. Türk müteahhitlerin en çok iş aldığı ikinci ülke Rusya’ydı. Tamamlanması gereken Mersin'de Rus enerji şirketi Rosatom tarafından inşa edilen Akkuyu Nükleer Santrali ve Türk Akımı gibi mega projeler vardı. Krizin yansıması enerji başta olmak üzere çok sayıda devasa bütçeli stratejik yatırımda işbirliği yapan taraflar için ağır oldu.
Rusya kış aylarında doğalgazı keser mi? Konusu tartışılmaya başlandı. Türkiye doğalgaz konusunda alternatif önlemler almaya çalıştı. Ancak Rusya bu konuda basiretli tüccar gibi davrandı ve korkulan olmadı. Ukrayna krizi sebebiyle Rusya’ya uygulanan yaptırımlara Türkiye’de diğer tüm NATO ülkelerinin aksine katılmamıştı. Aslına bakarsanız her iki ülke vatandaşları da bu olumsuz gelişmelerden memnun değildi.
Putin’in “çok ciddi sonuçları olacak” açıklaması, Ankara’ya yönelik suçlamaları ve sert tonu aylar sonra, Haziran’da dışişleri ve ekonomi bakanlıklarındaki ekiplerin temasları sonucu yumuşadı. Ancak özür talebi hiçbir zaman geri çekilmedi. Erdoğan, 27 Haziran’da Putin’e bir mektup yazarak, düşürülen Rus uçağı ve öldürülen pilotla ilgili üzüntülerini iletti. Pilotun ailesine “kusura bakmasınlar” dedi. Bu ifade, Putin’in talep ettiği resmi özürden farklıydı. Ancak Putin yine de 29 Haziran’da Erdoğan’ı arayarak teşekkür etti. Arkasından arabulucuların girmesi ve nihayet Liderler, ilişkilerin eskiye dönmesi için adım atmaya ve Ağustos ayında bir araya gelmeye karar verdi. Bu karar Türk Rus tarihine not düşecek, küresel ekonomi, siyaset ve askeri durumuna da etki edecek bir karardı.
Erdoğan'la Putin arasında 9 Ağustos 2016 St. Petersburg kentinde gerçekleşen tarihi görüşmede, ekonomi, ticaret, enerji ve turizm alanlarını kapsayan orta vadeli bir program üzerinde anlaşmaya varıldı. Putin düzenlenen ortak basın toplantısında "Önceliğimiz ilişkileri kriz öncesi duruma döndürmek" dedi ve Türkiye'ye yönelik yaptırımların aşamalı olarak kaldırılacağını söyledi. Erdoğan ise ilişkilerin eski seviyelere taşınmasında iki tarafın da son derece kararlı olduğunu vurgulayarak Akkuyu Nükleer Santral  projesine stratejik yatırım statüsü verileceğini ve Türk Akımı projesinin hızlı bir şekilde hayata geçirileceğini, iki ülke arasındaki ticaret hacmiyle ilgili hedefin 100 milyar dolar olduğunu söyledi. Erdoğan ayrıca  "Fetullahçı Terör Örgütü'nün ve arkasındaki güçlerin, ülkelerimiz arasındaki ilişkilere de kastettikleri bugün çok daha iyi anlaşılıyor." dedi.
 Basın toplantısında ilk konuşmayı yapan Putin'in açıklamalarından satır başları şöyle:
 ·  Somut ve yapıcı bir görüşme yaptık. İkili ilişkiler, bölgesel ve uluslararası konuları ele aldık.  
·  Türkiye'ye karşı kısıtlamaları kademeli olarak kaldıracağız. İşbirliği mekanizmalarını canlandıracağız.
·  Önceliğimiz krizden önceki döneme dönmektir. Bu çok önemli bir hedeftir.
·  Ticari işbirliğinde en önemli noktayı enerji işbirliği yer alıyor. Bu enerji işbirliğini başlatmak için somut adımlar atmamız gerekiyor. Nükleer ve Türk akımı gibi konularda üzerimize düşen adımları attık. 
·  Kriz öncesine dönmek için zamana ihtiyacımız var. Charter uçuşlarının yeniden düzenlenmesi de zaman meselesi ama muhakkak olacaktır. 
·  Türkiye vatandaşlarının inşaat şirketlerinde çalışması kısa zamanda yeniden başlayacaktır. Ulaşım projeleri Türk inşaat firmaları tarafından yapılanlar, yeniden gündeme geliyor.
·  Uluslararası konulara da değindik. Basın toplantısı sonrasında Suriye konusunu yeniden görüşmeye karar verdik. Ortak mücadelemiz terörle.
·  Sayın Erdoğan'a teşekkür etmek istiyorum. Yalnızca bölgemizde değil tüm dünyada barışın sağlanması için çalışacağız.
 Erdoğan'ın açıkladığı mutabakatın başlıkları şu şekilde:
·  Üst düzey işbirliği konseyini yeniden canlandırılacak.
·  Charter uçuşları başlayacak.
·  Tarım ürünleri dâhil ikili ticareti kısıtlayan yasaklar kaldırılacak.
·  Türk müteşebbislerine yönelik yasaklar kaldırılacak.
·  Vizesiz rejimi tam teşekküllü olarak tekrar yürürlüğe koymak için peyderpey ve müştereken adımlar atılacak.
·  Akkuyu’ya stratejik yatırım statüsü verilecek.
·  Akkuyu projesi hızlandırılacak.
·  Türk Rus ortak yatırım konseyi kurulacak.
·  Savunma sanayiinde işbirliği arttırılacak.
·  Türkiye- Rusya-Azerbaycan  üçlü zirvesi mekanizması kurulacak.
·  Ankara-Moskova hattını bir güven ve dostluk hattı haline getirilecek.
·  Türk Akımı projesi hızlı biçimde hayata geçirilecek.
Bir atasözümüz var “Bir musibet bin nasihatten evladır” diye. Uçak krizi ile başlayan iki ülke arasındaki olumsuzluklar, bugün için belki de daha güçlü ortaklıklara başlangıç teşkil etti. Niçin derseniz, Türkiye ve Rusya birbirlerinin önemini daha çok kavradılar. Bu olumlu gelişmelerden her iki ülkede kazançlı çıkacağı gibi bölge ülkelerinin de hayrına olduğu kesin. 
Bu yazı habergzt.com.'da yayımlanmış olup 7121 defa okunmuştur .

8 Ağustos 2016 Pazartesi

DARBELER VE EKONOMİ…

Askeri darbelerin olduğu dönemlerde, bireysel hak ve özgürlüklerin askıya alındığı ve ekonomik yönden geri kalındığı bilinmektedir…









Türk demokrasisi, yaklaşık on yıllık aralıklarla gerçekleştirilen doğrudan ve dolaylı askerî müdahalelerle toplam dört kez kesintiye uğramıştır. Rejimin korunması veya bozulan kamu düzeninin yeniden tesis edilmesi gibi gerekçelerle TSK, 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 tarihlerinde doğrudan ülke yönetimine el koymuş; 12 Mart 1971 ve 28 Şubat 1997 tarihlerinde ise dönemin hükümetini istifaya zorlamıştır.  22 Şubat 1962 ayaklanması ve 20 Mayıs 1963’de Albay Talat Aydemir tarafından organize edilen başarısız darbe girişimi, 1977’de Orgeneral Namık Kemal Ersun tarafından planlandığı iddia edilen darbe hazırlığı, 2003 - 2004 yıllarında hazırlandığı iddia edilen Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz ve Eldiven gibi çeşitli darbe planları, 27 Nisan 2007 tarihli e-muhtıra,  son olarakta  15 TEMMUZ 2016 DARBE GİRİŞİMİ gibi farklı müdahale ve girişimler olmuştur.
Ülkemizin siyasi tarihi, darbeler, muhtıralar veya daha genel bir ifadeyle, anayasal olmayan yollarla iktidara gelme veya iktidardan uzaklaşma girişimleriyle doludur. Bu durumda hükümetlerin uygulayacağı ekonomi politikalarında bir belirsizlik ve en başta yatırım olmak üzere sermaye birikimi, ekonomik büyüme vb. birçok ekonomik değişken üzerinde etki oluşturmuş ve oluşturmaya da devam etmektedir.
Cumhuriyet'in ilk yıllarında ülkemiz rekor seviyelerde bir büyüme hızı yakalamış, bu yüksek büyüme dönemi 1960'lara kadar devam etmiş, darbe hükümetleri ise genel anlamda düşük bir performans sergilemişlerdir. 1923-1950 döneminde ortalama % 8,1 büyüme gerçekleşirken, 1960 darbesi sonrası 1960-1961 döneminde % 3,9, 1980 darbesinden sonra1980-1983 dönemi için % 2,7 büyüme, günümüzde ise sivil tek parti hükümetleriyle ortalama % 5 büyüme hızı gerçekleşmiştir. 








Askeri darbelerin olduğu dönemlerde, bireysel hak ve özgürlüklerin askıya alındığı ve ekonomik yönden geri kalındığı bilinmektedir. Askeri darbeler, bireylerin hak ve özgürlüklerini kısıtladığından ekonomik performansı olumsuz etkilemektedir. Askeri darbeler, ülke genelinde politik İstikrarsızlığa neden olduğu gibi ekonomik performansı da önemli ölçüde etkilemekte ve ekonomik yönden zayıflamaya neden olmaktadır. Demokrasi konusundaki ciddi değişimlerin ekonomik performans üzerinde önemli etkileri olduğu ve ülkemiz ekonomik performansının askeri müdahalelerle negatif bir yönde etkilendiği bilinmektedir.
Ekonomik özgürlük kavramı, bireylerin iktisadi faaliyetlerini baskı ve sınırlamalara maruz kalmadan özgürce gerçekleştirebildiği ve mülkiyet haklarının temin edildiği hak ve özgürlükler olarak ifade edilmektedir. Ekonomik performans üzerinde demokrasinin etkisi büyüktür. Ancak Singapur ve Çin gibi demokrasi yönünden iyi durumda olmayan ülkelerin, ekonomik performans konusunda oldukça iyi durumda olmaları, demokrasi ve ekonomik özgürlüklerin ayrı ayrı değerlendirilmesi gerektiğini de göstermektedir. Ülkemiz için ekonomik özgürlüğün artmasının, ekonomik performansı artırdığı da bir gerçektir. Ekonomik performans, ülkelerin gelişmişliğinin göstergesi olup, demokrasi içindeki ekonomik özgürlükler ise ekonomiye olumlu katkıda bulunmaktadır. Demokrasi ve ekonomik özgürlük, bireylerin toplumdaki yaşayışlarını ve davranışlarını pozitif yönde etkilemektedir. 






Gümrük ve Ticaret Bakanı  “son darbe girişiminin maliyetinin en az 300 milyar TL’sı”  yani yaklaşık  “100 milyar Dolar” olduğunu açıkladı. Kesin hesap bir müddet sonra çıkacaktır.  Bırakın darbeyi son darbe girişiminin bile ülkemize ne denli zarar verdiği, ülkemize çok pahalıya mal olduğu apaçık ortada, ancak darbe girişiminin başarısızlığa uğratılması zararın buradan dönmesini de sağladı. Kısacası vatandaşlarımız demokrasiye sahip çıkarak ekonomimizin geleceğine büyük katkıda bulundu. 
Bu yazı habergzt.com.'da yayımlanmış olup 8138 defa okunmuştur .


1 Ağustos 2016 Pazartesi

ULUSAL VARLIK FONLARI…

Havuz oluşturulup biriken rezervlerle finanse edilen devlet kontrolündeki yatırım kurumları olarak tarif edilebilir...






Ulusal Varlık Fonları (Sovereign Wealth Funds) günümüzde giderek önemini daha da artırmaktadır. Söz konusu fonların, cari işlemler fazlasından kaynaklanan gelirlerin ülkeler arasında dağılımı konusunda önemli rol sahibi olmaları, geri çekme imkânının sınırlı olması nedeniyle uzun vadeli yatırımcı niteliği taşımalarından, özellikle kriz anında piyasa baskısına direnç göstermelerinden ve dalgalanmayı önledikleri için önemi gün geçtikçe artmaktadır. Cari fazlayı ya da etkin kullanılamayan kaynağı likit olarak tutmak manasız olacağından, ülkeler bunları çeşitli yatırım araçlarında değerlendirmektedir. Yüksek petrol fiyatları, finansal küreselleşme ve yabancı ülkelerdeki varlıkların bazı ülkelerde toplanmasına yol açan küresel finansal sistemdeki dengesizleşmenin etkisiyle Ulusal Varlık Fonları artmaya başlamıştır.
Ulusal Varlık Fonu ülkemiz için yeni bir kavram olmakla birlikte, dünyada 1950 yıllar da etkinliğini artırmıştır. Ulusal Varlık Fonlarının ilk örneği Sudi Arabistan ve Kuveyt tarafından 1952-53 yıllarında kurulan petrol fonlarıdır. Cari işlemler fazlası vermekte olan ülkelerin yabancı para rezervlerindeki artışların oluşturduğu rezerv birikimini değerlendirme arayışından doğan bir kavram olup, bir anlamda havuz oluşturulup biriken rezervlerle finanse edilen devlet kontrolündeki yatırım kurumları olarak tarif edilebilir. Bu fonları diğer kolektif yatırımlardan ayıran temel özellik fonlara kaynak sağlayan devletin kontrolü altında olmalarıdır.
Ulusal tasarrufların uluslararası arenada dolaşımı ve uzun vadeli yatırımcı özelliğinin yanı sıra, açık ekonomiye katkıları ve ait olduğu ülke ve yatırım yapılan ülkelerin kalkınmasındaönemli yer tutmaları nedeniyle Ulusal Varlık Fonları olumlu etki oluşturmaktadır. Özellikle 2000’li yıllardan sonra gelişmekte olan ülkelerin diğer ülkelerde yapmış oldukları yatırımlar Ulusal Varlık Fonlarında artışta etkili olmuştur.
Ulusal Varlık Fonları çeşitli nedenlerle oluşturulmaktadır. IMF kaynakları bu fonları amaçlarına göre 5 gruba ayırmaktadır;
1 Petrol ve doğalgaz gibi temel ürünlerin fiyatlarında ve bunlardan elde edilen gelirlerdeki dalgalanmalardan korunmak amacıyla İstikrar Fonları,
Yenilenemeyen varlıkların, çeşitlendirilmiş varlıklardan oluşan bir portföye dönüştürmek yoluyla bugünün gelecek kuşaklara aktarılabilmesi amacıyla Tasarruf Fonları,
3 Bütçe fazlası verilen dönemlerde yapılan yatırımların getirileri ile bütçe açığı verilen dönemlerde bütçe açığının kapatılmaya çalışılması amacıyla Rezerv Yatırım Şirketleri,
4 Ülkenin büyümesine katkı sağlayacak sosyoekonomik projelerin ve sanayileşme politikalarının finansmanı amacıyla Kalkınma Fonları,
5 Devlet bütçesinde beklenmedik bir zamanda oluşabilecek emekliliklerden kaynaklanabilecek ödemeler için kaynak oluşturmak amacıyla Emeklilik Rezerv Fonları.
Bugün için dünyanın çeşitli ülkelerine ait onlarca Ulusal Varlık Fonları bulunmaktadır. Ulusal Varlık Fonlarının içinde petrol fonları yüksek paya sahiptir. Sosyal Güvenlik Primlerinin değerlendirildiği emeklilik fonları da önemli yer tutmaktadır. Ulusal Varlık Fonlarının çoğunluğu 2000 yılından sonra kurulmuştur.
Uzun yıllarından beri faaliyette bulunan Ulusal Varlık Fonları kriz anında şu ana kadar bir probleme neden olmamış, aksine sisteme likidite sağlayarak piyasaların dengede kalmasına katkıda bulunmuşlardır.
Ulusal Varlık Fonlarının yatırım amaçları finansal olmakla birlikte, ticari olmaktan uzak gizli politik amaçların olabileceğine dair endişelerin hashas ve stratejik olarak belirlenen (savunma, enerji, telekomünikasyon, limanlar, demiryolları, bilgi teknolojileri, posta vb.) sektörlerde yatırım yapılmasını kısıtlamaktadır.
Ulusal Varlık Fonlarının yatırım yaptıkları ülkelerdeki ortak düzenlemeler;
- Ulusal Varlık Fonlarının piyasalardaki yatırım faaliyetlerini ilgilendiren Sermaye Piyasasına ilişkin temel düzenlemeler;  1Raporlama yükümlülükleri, 2 Kurumsal Yönetim İlkelerinin belirlenmesi, 3 Piyasa entegrasyonuna ilişkin düzenlemeler,
- Ulusal güvenlik odaklı “Yabancı Yatırım Güvenlik Ajansı” oluşturulması,
- Finansal Kurumlara ilişkin düzenlemeler,
- Stratejik sektörlere ilişkin düzenlemeler,
- Anti tekel ajansları, hususlarını içermektedir.
Ulusal Varlık Fonları; büyük altyapı projelerine ya da mega projelere, yurtdışı borçlanma senetleri ve hisse senetlerine, yurtiçi kamu ve özel borçlanma senetlerine, altın ve diğer kıymetli madenlere vb. alanlarda yatırım yapabilirler.
Ulusal Varlık Fonlarının birçoğu emtia üreticisi ülkelerin elinde bulunuyor ve bu yolla kazandıkları gelirlerini fona aktarıyorlar. Ancak son yıllarda emtia üreticisi olmayan birçok ülkenin de, bütçesi içinde dağınık halde bulunan birçok fonunun, özelleştirme gelirlerinin, bütçe fazlasının ve vakıf varlıklarının menkulleştirilerek nakde dönüştürülmesi suretiyle oluşturulan gelirlerinin Ulusal Varlık Fonlarında toplandığını görülüyor.
Ülkemiz için de özellikle özelleştirme gelirleri, emeklilik ve işsizlik fonları, yeni oluşturulacak kıdem tazminatı fonu, tasarruf fonu ve devlet-vakıf varlıklarının değerlendirilmesi ilk akla gelenlerden. Tabi ki kurulacak bu fonun başarılı olması için profesyonelce ve bağımsız yönetilmesi ancak devlet tarafından etkin denetlenmesi gerekmektedir.
 Bu yazı habergzt.com'da yayımlanmış olup 7199 defa okunmuştur .

ELEKTRİKLİ OTOMOBİLLERİN PETROLE ETKİSİ

Her şeye rağmen yakın gelecekte petrol yakıtlı araçların pazar payının önemli bir kısmına elektrikli araç sektörü sahip olacak… İlk el...