Translate

19 Aralık 2016 Pazartesi

DOLAR ENDEKSİ NEDİR, NASIL HESAPLANIR?

Dünyada Dolar’ın durumu ve trendi bu endeksle takip edilmektedir…
















DXY yani Dolar endeksi, ABD Doları’nın, Euro, Japon Yeni, İngiliz Sterlini, Kanada Doları, İsveç Kronu ve İşviçre Fırang'ına göre belirlenmiş değeridir. Dolayısı ile, tüm dünyada Dolar’ın durumu ve trendi bu endeksle takip edilmektedir.
Amerikan Doları %60 oran ile en çok rezerv tutulan para birimi olması dolayısıyla takibi de kaçınılmaz oluyor. Dolar endeksi kısaca 6 önemli para biriminin geometrik ortalamasının dolar karşısındaki değerini gösteriyor. Peki niçin geometrik ortalama dersek; İstatiksel araştırmalarda gözlem sonuçları arasındaki oransal (nispî) farkların mutlak farklardan daha önemli olduğu durumlarda geometrik ortalamaya başvurulmaktadır. Diğer bir ifade ile gözlem sonuçlarının her biri bir önceki gözlem sonucuna bağlı olarak değişiyorsa ve bu değişmenin hızı belirlenmek istenirse geometrik ortalama sağlıklı sonuçlar vermektedir.
1944 yılında yapılan anlaşma ile 44 ülkenin para birimi dolar bazında sabitlenmiş ve doların değerinin ise altın üzerinden belirlenmesine karar verilmiştir. 25 yıl gibi uygulandıktan sonra bu sabit kur sistemi ABD ekonomisi için sorunlar oluşturmuş ve doların değerinin her geçen gün düşmesi neticesinde; 1971 yılının 15 Ağustos’unda Başkan Robert Nixon, ABD’nin Bretton-Woods sistemini (rezerv para için uluslararası anlaşmayı) terk ettiğini ve doların altına çevrilebilirliğine son verildiğini açıklamıştır. Yani karşılıksız Dolar ($) basma dönemi başlamıştır. Fiyatın piyasada belirlendiği serbest kur rejimine geçilmiştir. 1973 yılında FED aldığı karar ile ABD Doları’nın diğer para birimleri karşısında ki değerini ölçebilmesi için “Dolar endeksi” kavramını oluşturmuştur.
Dolar endeksinin hesaplanmasında Japon Yeni, Euro, Kanada Doları, İngiliz Poundu, İsveç Kronu ve İsviçre Frangı olmak üzere 6 adet majör para birimi kullanılmaktadır. Bu para birimleri Dolar endeksi hesaplaması için aşağıdaki şekilde ağırlıkları oransal olarak belirlenmiştir;
Formülü ise; DXY = 50.14348112 x EUR/USD^ (-0.576) x USD/JPY^(0.136) x GBP/USD’(-0.119) x USD/CAD^(0.091) x USD/SEK’(0.042) x USDCHF^(0.036) şeklindedir.
Euro’dan önce hesaplamada, Alman Markı (%20.8), Fransız Frangı (%13.1), İtalyan Lireti (%9), Hollanda Guldeni (%8.3) ve Belçika Frangı ( %6.4) kullanılmıştır. DXY endeksi 1973 yılındauygulanmaya alınmış olup 100 değeri ile hesaplanmaya başlanmıştır. DXY = 100 dengeyi ifade eder. -/+ yön ise doların değer kaybı veya artışına işaret eder. 1985 yılında tavan yaparak 164.7 değeri ile en yüksek seviyesine ulaşan endeksi 2008 yılında ABD’den dünyaya yayılan küresel finans krizinde 70,6 değerini görerek en düşük seviyeye inmiştir. Dolar endeksi 2015 yılının sonlarına doğru 100 seviyesinde işlem görmeye tekrar başlamıştır.
Dolar endeksi, dünyada en çok kullanılan para birimleri karşısında doların değerini hesaplamak, piyasa oyuncularına ve regülatör kurumlara doların değeri hakkında daha net bilgi vermektedir. Dolar’a olan genel talebin analiz edilmesi açısından da önem arz etmektedir. Tüm dünyada bunu böyle bilmektedir. Ancak dünyada dolar hegemonyası artık diğer ülkelerce tartışılmaya başlanmış ve çözüm arayışına girilmiştir. AB kapsamında Euro bunun için oluşturulmuş, genelde Euro ile dış ticaret yapılmaktadır. Diğer yandan Rusya, Çin, İran ve Türkiye gibi ekonomisi büyük ülkeler kendi paralarıyla veya altın ya da takas yoluyla karşılıklı ticaret yapmak üzere girişimlerde bulunuyorlar. Ülkeler arasındaki ticaretin Dolar harici fiyatlandırması ve ödemesi, Doları olumsuz etkileyebilecektir. Belki de bir müddet sonra Dolar Endeksi’nin diğer ülkeler açısından fazla bir önemi kalmayacaktır, kim bilir.
Bu yazı habergzt.com'da yayımlanmış olup 9981 defa okunmuştur .


5 Aralık 2016 Pazartesi

YASTIK ALTINDA MİLYARLARCA DOLAR’LIK KAYNAK

Altın, döviz ve TL olarak âtıl bekletilen kaynak 211,5 Milyar Dolar, bunun yarısının bile Türk ekonomisine kazandırılması ekonomide bahar havası estirmeye yetecek 









Zor günleri için “yastık altında” tutma alışkanlığı halkımızın geleneklerinde var. Özellikle altın ve döviz bir kenara konur, ya da saklanır. Kadınlarımız ise takı olarak kullanır. Olumsuzluk durumunda veyahut lazım olduğunda çıkarılır kullanılır. İşte buradaki incelik yastık altındaki miktar için saklanan sürede oluşuyor ve ekonomide işlem görmediği için kayıp olarak gözüküyor.
Dünya Altın Konseyine (WGC) göre 3.500 ton, İstanbul Altın Rafinesine (İAR) göre de 5000 ton Türkiye’de yastık altında altın var. İstanbul Altın Rafinesince tahmin edilen yastık altındaki 5 bin tona ulaşan altın stokunun bugünkü değeri; gramı=133 TL ve 1 Dolar=3,53 TL baz alınırsa 188 Milyar Dolar civarında. Altına nazaran dolardaki şok yükseliş yastık altındaki altının dolar bazındaki değerini düşürmüş gözüküyor. Diğer yandan Türk işçi döviz birikimlerinin Mark’tan Euro’ya geçiş döneminde 46 Milyar Euro civarında olduğu hatta Almanya'daki nakitten fazla olduğu Alman basınında iddia edilmiş ve bunun çoğunun yastık altında olduğu da vurgulamıştı, ancak bu iddia Türk uzmanlarca pek kabul görmemişti. Yine TOBB’ce yapılan açıklamada en az 20 Milyar Dolar yastık altında döviz bulunduğu belirtiliyor. Buna mukabil Bankalarda ise vatandaşın kayıtlı yaklaşık 150 Milyar Dolar dövizi bulunuyor. Nereden bakarsanız bakın toplam altın ve döviz olarak 208 Milyar Dolar’ın üstünde önemli bir kaynak yastık altında âtıl duruyor. Yine hiç gündeme getirilmeyen TL olarak milyarların yastık altında atıl bekletildiği de bir başka gerçek. Cüzdandaki nakitten ya da sirkülasyondaki paradan bahsedilmiyor, ihtiyati tedbir olarak âtıl bir kenarda bekletilen TL’den bahsediliyor. TCMB verilerine göre Ekim 2016 itibariyle 122.632.932.299 TL tedavüldeki para miktarı. Bunun iyimser tahminle %10’u yastık altında olduğunu varsayarsak 12,2 Milyar TL=3,5 Milyar Dolar ediyor. Yani Altın, döviz ve TL olarak âtıl bekletilen kaynak 211,5 Milyar Dolar, bunun yarısının bile Türk ekonomisine kazandırılması ekonomide bahar havası estirmeye yetecek olması karşımızda bir gerçek olarak duruyor. Yastık altı ile igili verilen rakamlar çeşitli kişi veya kuruluşlarca tahmin ediliyor, şunu da unutmamamız gerekiyor ki tahminlerde eldeki belirli verilere dayandırılarak yapılıyor.
Sisteme güvenmiyor insanımız. Geleceğini kendince garantiye almak için biriktiriyor. “Ak akçe kara gün için” diyor ve biriktiriyor. Ve kimseyle de bu birikimini paylaşmak istemiyor. Bu bir tasarruf ancak ülke ekonomisine fayda sağlamayan atıl bir tasarruf. Aile büyüklerinin çoğu kendi en yakınlarından bile birikimini saklıyor. Birikimini bankada tutmak yerine evinde ya da güvenli bulduğu yerde saklıyor. Acaba gençlerimizin çoğunda “har vurup harman savurur” ata sözünde anlatıldığı gibi “bulduğu zaman bilinçsiz harcama yapar”anlayışı büyüklerin birikimlerini gizlemelerinin sebebi olabilir mi? Aile içindeki bu tür güvensizlik yine eğitimsizlikten kaynaklanıyor. Diğer taraftan kadınların kollarını, boyunlarını süsleyen altın takılar, geleneksel tasarruf aracı olarak karşımıza çıkıyor. Ama evlerde saklanan bu altınlar ekonomiye hiçbir fayda sağlamıyor. Tasarrufunda ekonomik olması gerekiyor. Bu bağlamda tasarruf bilincini ve bağlantılı olarak elimizdeki ekonomik değerleri rantabl kullanma yetisini, çocuklukta vermemiz gerekiyor. Daha erken yaşlarda finansal okuryazarlık konusunda ki eğitimleri yaygınlaştırarak vermemiz kaçınılmaz gözüküyor.
İnsanlar bankalara veya finans kurumlarına neden güvenmez. Nereden buldun sorusuyla karşılaşmamak, veraset ve intikal vergisine veya diğer vergiler ile masraflara muhatap olmamak ya da dini inanç gereği bankaya bulaşınca faize de bulaşırım korkusu olabilir mi? Devlete bu konuda çok iş düşüyor. Mali kesimin gelişmesi için yastık altındaki birikimlerin sisteme kazandırılması, ekonomiye döndürülmesi gerekiyor. Bunu yaparken de insanların birikimlerine en küçük halel gelmeyeceğine dair gerekli güvenceleri vermekyasal düzenlemeleri yapmak ve daha kârlı olacağını göstermek özellikle de faize bulaşmak istemeyenlere çözüm üretmek gerekiyor. Yastık altındaki altın, döviz ve TL’ nin ekonomiye girmesi için yeni cazip yöntemler bulmak ve uygulamaya koymakta büyük fayda var. En önemlisi de bulunacak yöntemde birikimlerin devlet güvencesinde bulunması büyük önem atfediyor. 
Bu yazı habergzt.com'da yayımlanmış olup 9524 defa okunmuştur .


21 Kasım 2016 Pazartesi

DÖVİZ KURUNDAKİ ARTIŞIN ENFLASYONA ETKİSİ

Gelişmekte olan ülkelerde enflasyonun en önemli belirleyicisi döviz kurundaki artışlardır.











Döviz kurunda gözlenen artış ithal mal fiyatlarını artırdığı için ithal hammadde veya ara malı kullanılan ürünlerin ve ithal tüketim mallarının fiyatlarını artırmaktadır. Diğer taraftan ekonomide dövizle yapılan işlemler, yani para ikamesi (dolarizasyon) önemli bir seviyede ise üreticiler, dövizde gözlenen artışı kendi ürettikleri ve sattıkları mal ve hizmetlere, tüketicilerin talebini de göz önünde bulundurarak aynı oranlı yansıtmaktadır. Yine döviz kurundaki artış yurt dışından gelen malları daha pahalı yaptığından yurt içinde üretilen malları cazip hale getirmekte ve ihracatını da artırmaktadır. Döviz kurunun artması neticede ithalatı azaltır, ihracatı ise artırır. İç piyasada ise ihracat sebebiyle azalan malın fiyatı artar.
Genelde gelişmekte olan ülkelerde enflasyonun en önemli belirleyicisi döviz kurundaki artışlardır. Gelişmekte olan ülkelerde üretim ithalata bağımlı olduğu için döviz kurlarında meydana gelen bir değişme ithal edilen tüketim malları fiyatlarını etkilediği gibi üretim maliyetlerini de etkilemektedir. Döviz kurundaki değişme dışarıya bağımlı olan ülkenin ithal girdisinin maliyetini artırmaktadır. Bu durumda maliyet artışları fiyatlara yansıtılmakta ve fiyat istikrarsızlığına yol açmaktadır.
Yerel paranın değer kaybetmesi ve süreklilik arz etmesi durumu finansal krizinde habercisidir. Aşırı değerli döviz kurunun yol açtığı para krizleri ve arkasından gelen ekonomik daralmalar döviz kuru politikalarının oluşturulmasında daha ihtiyatlı davranılmasını gerektirmektedir. Türkiye ekonomisinde de iki önemli finansal kriz yaşanmıştır. 1994 finansal krizinin ardından Türk Lirası büyük oranda nominal değer kaybına uğramış ve reel GSYİH ortalama olarak %5,6 küçülmüştür. 2001 finansal krizinde ise reel GSYİH ortalama olarak %10,1 oranında daralmıştır. Türkiye’nin yaşadığı 2001 finansal krizinden sonra döviz kurunda rejim değişikliğine gidilmiş ve önceden açıklanmış döviz kuru rejiminden dalgalı döviz kuru rejimine geçilmiş ve orta ve uzun dönemde, bir para politikası rejimi olarak enflasyon hedeflemesi tercih edilmiştir. Pek çok ülke enflasyonu istikrarlı bir seviyeye getirebilmek için enflasyon hedeflemesi politikasına geçmiştir.
Ülkemiz içinde enflasyon önemli bir sorundur. Özellikle hammadde ve enerji ithalatı yüksek olduğu için kurdaki yükseliş nihai mala yansımakta ve fiyatlar genel düzeyinde artış gözlemlenmektedir. TÜFE (Tüketici Fiyat Endeksi) hane halkının mal sepetini yansıttığı için, reel döviz kuru artışı halkın yaşadığı enflasyon baskısını anlamak için önemli bir değişkendir. TÜFE’ yi oluşturan mal ve hizmet sepetine genelde dış ticarete konu olmayan malların dahil olması sebebiyle kur artışının etkisi ÜFE (Üretici Fiyat Endeksi)’ne nazaran TÜFE’de daha az olmaktadır. Yani ÜFE, TÜFE'ye göre reel döviz kurundan daha fazla etkilenmektedir.
Döviz kurundaki yükselme bir süre sonra cari işlemler açığına neden olmaktadır. Döviz kurundaki artışın enflasyona yansımasının yüksek olmasının temel sebebi ithal girdi bağımlılığıdır. Döviz kurunun ABD seçimlerinden sonraki dönemde şok yükselmesinin ya da TL’nin değer kaybının süreklilik arz etmesiyle ÜFE ve TÜFE’ye ilk aylardan başlayıp ivme kazanarak zaman içinde yükselerek yansıyacak olması enflasyon tahminlerinin de revize edilmesi anlamına gelmektedir. Bu tür şok etkilerin enflasyon üzerindeki yansımasını en aza indirmek için;
1- İthalatın özellikle enerji ithalatının mümkün olduğunca azaltılması, hedeflenen Nükleer Enerjiden elektrik üretiminin yerli yakıtla iki katına çıkarılması,
2- Ülkenin yerli kaynaklardan her tür üretimi, özellikle çağın gereği teknolojik mal ve hizmet üretilmesini teşvik eden politikaların uygulamaya geçirilmesi ile
3- Yerli kaynaklardan üretilen mal ve hizmetlerin ihracatının artırılması gerekmektedir. 

Bu yazı habergzt.com' da yayımlanmış olup 9722 defa okunmuştur .


7 Kasım 2016 Pazartesi

ENERJİ TALEBİ VE KARŞILANMASI

Enerjinin uygun fiyatla, kesintisiz, kaliteli ve yeterli miktarda karşılanabilmesi son derece önemlidir...










Enerji, sosyal ve ekonomik kalkınmanın en önemli unsurlarından biridir. Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de gelişen teknolojiye paralel olarak yeni üretilen her çeşit mal ve hizmete talep ve beklentilerin sürekli artması enerji talebini de doğal olarak artırmaktadır. Birincil enerji talebimizin yaklaşık %35’i doğal gaz, %28,5’ğu kömür, %27’si petrol, %7’si hidrolik ve %2,5’ğu diğer yenilenebilir kaynaklardan karşılanmaktadır.
Enerjinin uygun fiyatla, kesintisiz, kaliteli ve yeterli miktarda karşılanabilmesi son derece önemlidir. Ülkemiz enerji gereksiniminin yaklaşık dörtte üçünüdışarıdan sağlamaktadır. Özellikle ülkemizin de içinde bulunduğu gelişmekte olan ülkelerde görülen hızlı sanayileşme, kentleşme ve nüfus artışı enerji tüketimi artmaktadır. Gelişmekte olan ülkeler için enerji talebinin karşılanmasında önemli ölçüde dışa bağımlı olmaları cari açığın en büyük nedeni olarak görülmektedir. Bu sorunla baş etmek içinde yenilenebilir enerji kaynakları ile yerli enerji arzını artıracak alternatifler üretmek gerekmektedir. Yenilenebilir ve yerli kaynaklarla enerji kullanımının artmasıyla da daha yüksek büyüme oranlarına erişilebilecektir. Bu bağlamda küresel enerji piyasalarında petrolün ağırlığının giderek azalacağı, yerini alternatif yenilenebilir enerji kaynaklarının alacağı öngörülse de en az önümüzdeki çeyrek asır daha petrolün etkisini sürdüreceği varsayılmaktadır.
Ülkemizin enerji kaynakları konusunda çok önemli bir potansiyeli olmasına rağmen güneş, rüzgâr, jeotermal gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından çok düşük oranda yararlanılabilmektedir. Ülkemiz petrol ve doğalgazla ilgili dünyanın en çok enerji talep eden bölgesi ile en yoğun enerji kaynaklarının bulunduğu bölge arasında stratejik bir konumdabulunmaktadır. Bu kapsamda daha düşük maliyetlerle ulaşımını sağlayacak enerji kaynaklarının olduğu gibi gerekse işlenerek transferi konusunda ilgili ülkeler ve şirketleriyle iş birliği önem kazanmaktadır.
Gelişmiş ülkelerin önemli bir kısmı büyüme ve kalkınma süreçlerinde söz konusu enerji gereksinimlerini nükleer enerji başta olmak üzere alternatif yenilenebilir enerji kaynakları ile çeşitlendirerek karşılamaya çalışmışlardır. Diğer taraftan gelişmiş kimi ülkelerin çok farklı coğrafyalarda bulunan petrol zengini ülkelere siyasi, iktisadi hatta askeri müdahale ve yönlendirmelerde bulunarak ilgili ülkelerin enerji politikalarını kendi çıkar ve beklentileri doğrultusunda oluşturdukları da bir gerçektir.
Üretim sürecinde enerji son derece önemli bir girdi. Maliyetleri etkileyen önemli bir unsur. Gelişmekte olan ülkeler bakımından enerjinin ortaya çıkardığı maliyet ve bunun cari denge üzerindeki etkileri de önemli bir yere sahiptir. Ülkemiz Petrol ve doğalgazda dışa bağımlılığı en üst düzeyde olan ülkeler arasında yer almaktadır. Ülkemizin cari açığı enerji açığı olarak değerlendirilmektedir. Enerjide dışa bağımlı olan ülkelerde büyümenin gerçekleştiği dönemlerde, enerji kullanımının ve ithalatının da arttığı bunlara bağlı olarak cari açığın da yükseldiği tespit edilmiştir. Üretim artışına bağlı olarak artan enerji gereksinimi için dışa bağımlılığı azaltacak alternatif kaynaklar devreye sokulmadığı sürece enerji ithalatı temelli cari açıklar sürekli üst düzeyde olacaktır.

Cari açığın makro ekonomik göstergeler üzerinde ki etkileri, petrol ve doğalgaz fiyatlarındaki inişli çıkışlı hareketlerin ekonomik ve mali yapıda yol açtığı olumsuzluklar enerji politikalarını ve alınacak tedbirleri önemli hale getirmektedir.







Bu yazı habergzt.com'da yayımlanmış olup 8947 defa okunmuştur .



24 Ekim 2016 Pazartesi

SURİYE KRİZİNİN ETKİLERİ…

Sığınmacı ve kabul edildiği takdirde mülteciler gittikleri ülkelerde siyasi, ekonomik, sosyal ve güvenlik alanında çeşitli etkilere sebep olmaktadır













Göç kısaca yer değiştirme eylemidir. Bu bireysel olacağı gibi kitleselde olabilmektedir. İnsanların gönüllü olarak kendi rızalarıyla göç olabildiği gibi çatışma ve şiddet sebebiyle de zorunlu göç olabilmektedir. Göç kavramı insanlık tarihinde, insanlığın var oluşundan beri önemli bir yer tutmuş, ilk çağlardan bu zamana meydana gelen göçler, dünyanın bugünkü nüfus dağılımını, sosyo-ekonomik yapısını ve kültürel gelişimini ortaya çıkarmıştır.
Cenevre Sözleşmesi’ne göre Mülteci; “Menşei ülkesi dışında bulunan, ırkı, dini, tabiiyeti, beli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi görüşü sebebiyle zulüm görmekten haklı nedenlerle korku duyan ve ülkesinin korunmasından yararlanamayan ya da yararlanmak istemeyen veya zulüm korkusu nedeniyle buraya dönmek istemeyen kişi” olarak tanımlanmaktadır. Sığınmacı ise Mültecilik için başvurmuş bekleyenler olarak tanımlanmaktadır.
Suriye’de 15 Mart 2011 tarihinde patlak veren kriz, büyük nüfus hareketi ve mülteci krizine yol açmış ve beş milyona yakın insan zorunlu göç nedeniyle sığınmacı konumuna düşmüştür. Sürecin uzaması ve halen devam etmesi ile sığınmacı ve kabul edildiği takdirde mülteciler gittikleri ülkelerde siyasi, ekonomik, sosyal ve güvenlik alanında çeşitli etkilere sebep olmaktadır. Bu sebeple Ülkemiz en fazla sığınmacı ağırlayan ülkeler arasında ön sırada yer amaya başlamıştır. Yaşamları ülkelerinde sürdürülemez hale geldiği için yurtlarını terk etmek zorunda kalan sığınmacılar genellikle ilk sığınma yeri olarak komşu ülkeleri tercih etmektedir. Daha iyi ekonomik ve sosyal fırsatlar sunan ülkelere göç ise küçük bir azınlık için mümkün olabilmektedir.






Birleşmiş Milletler (BM)’nin hazırladığı 04 Nisan 2016 tarihli raporuna göre Suriyelilerden, toplam 4,8 milyon kişi sığınmacı olarak altı ülkeye göç etmiştir. Avrupa’daki toplam kayıtlı mülteci sayısı ise 935.008 kişidir. 30 Eylül 2016 tarihli sığınmacı-mülteci sayısı ise altı ülkede 4.795.648 olup, 483.748’ i kamplarda yaşamaktadır. Türkiye’ye gelen Suriyeliler ilk aşamada sadece sınır illerinde olmak üzere ve 10 ilde 26 kampa yerleştirilmiş, Suriye'deki iç savaşın uzaması ve göçün devam etmesiyle kamp sayısı yetersiz hale gelmiş ve ülkemiz geneline yayılmışlardır. Suriyelilerin yaklaşık %90’ı kamp dışında yaşamaktadır. Ülkemizdeki toplam Suriyeli sığınmacı sayısı son rakamlara göre 2.733.655 olup, kamplarda ise yaklaşık 282 bin Suriyeli sığınmacı bulunmaktadır.
Türkiye’nin 1951 Cenevre Sözleşmesindeki “coğrafi çekincesi” nedeni ile Ülkemiz sadece Avrupa’dan gelen insanları “mülteci” statüsünde kabul etmekte, Avrupa ülkeleri dışından gelenleri ise “sığınmacı” olarak değerlendirmektedir. Ancak Suriye krizinin uzaması nedeniyle 2013 yılında 6458 Sayılı Kanun’da yeni bir düzenleme yapılıp “şartlı mülteci” statüsü getirilmiş, ayrıca 2014 de çıkartılan Yönetmelikle Türkiye’de kayıtlı olan Suriyeliler “geçici koruma”statüsüne alınmıştır.
Ülkemizde Suriyelilere evrensel mülteci hakları çerçevesinde yer alan insani standartlardamuamele hakkısağlık hizmetlerinden yararlanma hakkı ve seyahat edebilme hakları mülteci statüsünde olmadıklarından bir hak olarak değil ama vicdani sorumluluk nedeniyle bu hakları kullanmalarına imkân sağlanmaktadır. Suriyeli sığınmacıların ağırlıklı olarak farklı dil, kültür ve yaşam tarzına sahip oldukları, sosyo-ekonomik düzeylerinin düşük olduğu, sığınma talebinde bulunan nüfus içerisinde kadın ve çocuk oranının yüksek olduğu ve eğitim seviyelerinin düşük olduğu görülmektedir. Ülkemiz, 2,7 milyonu aşkın Suriyeliyi sınırları içerisinde misafir etmekte her geçen günde bu sayı artmakta dolayısıyla geniş kapsamlı bir sığınmacı ve mülteci sorunu ile karşı karşıya bulunmaktadır. Suriye krizinin en iyimser 3-4 yıl süreceği, istikrar için 8-10 yıl gerekeceği değerlendirilmektedir. Gelenlerin çoğununsa Ülkemizde kalma eğiliminde olduğu belirtilmektedir. Suriye’deki iç savaş sona erse dahi, Suriyelilerin büyük bir kısmının, yıkılan yerleşim yerleri tekrar yaşanabilir hale getirilene kadar ülkelerine dönmeyeceği tahmin edilmektedir. Birleşmiş Milletler verileriyle sabit ve yaşanan deneyimlere göre sığınmacıların 1/3’ünün geri dönmediği belirtilmektedir.
Ülkemiz Suriyeli sığınmacı-mülteci krizinden siyasi, toplumsal ve ekonomik olarak olumsuz etkilenen ülkelerin başında gelmektedir. 2013 yılında Başbakanlık yetkililerince çıkartılan hesapta; barınma, yiyecek, giyecek, eğitim ve sağlık harcaması olarak bir Suriyelinin bir günlük maliyetinin 7 dolar olduğu hesap edilmişti. Buradan hareketle son sığınmacı sayısına göre günlük toplam maliyetin ise 19 milyon Dolar, aylık 574 milyon Dolar, yıllık ise 6,9 milyar Dolar olduğu hesap edilebilir. Zaten yetkililerce krizden bugüne kadar toplam maliyetin 26 milyar Doları bulduğu ifade edilmektedir. Alman Ekonomi Araştırmaları Enstitüsü’nün (DIW) hesaplamalarına göre tek bir sığınmacının devlete maliyetinin yılda yaklaşık 12 bin Euro olduğu, günlük ise 32 Euro maliyeti dikkate alarak değerlendirmenizi yapabilirsiniz. Bir başka olumsuzluk ise Suriyeli sığınmacıların büyük çoğunluğu alt gelir seviyesinde ve düşük eğitim düzeyindeki insanlardan oluşmaktadır. Sığınmacı-mülteci krizinin yüksek maliyeti, bu maliyetin Genel Bütçeye getirdiği yük ve kaçak işletmelerden kaynaklı vergi kaybı, sınır illerindeki kira fiyatlarındaki artış, hayat pahalılığı, yerel halk aleyhine haksız rekabet ekonomik tehditler olarak görülmektedir.






Diğer taraftan Avrupa Birliği (AB) ile Türkiye arasındaki üyelik müzakereleri, yeni başlıkların açılması ya da açık olan başlıklarda ilerleme kaydedilmesinden ziyade, Suriyeli sığınmacıları Türkiye topraklarında tutma, Avrupa'ya geçişleri engellemek şartına bağlanmıştır. AB ile varılan sığınmacı anlaşması kapsamında Ankara, Suriyeli sığınmacılar dahil olmak üzere Yunanistan'a giren tüm yasadışı göçmenleri geri alacak. Bunun karşılığında Suriyeli sığınmacıların bir kısmı AB ülkelerine dağıtılacak. AB'nin Suriyeliler için Türkiye'ye verdiği mali yardım artacak, Türk vatandaşları için vizeler daha erken kaldırılacak ve AB'ye tam üyelik müzakereleri hızlandırılacaktı. Bu kapsamda 2016 Temmuz ayına kadar AB’den ilk etapta 3 Milyar Euro, gelecek yıl içinde ilave 3 Milyar Euro daha gelecekti, ancak gelişmelerin halen Türkiye’nin istediği düzeyde olmadığı ve AB’nin bu konuda da verdiği sözleri yerine getirmemek için ipe un serdiği düşünülmektedir.
Londra merkezli Uluslararası Af Örgütünün açıklamalarına göre, dünya genelinde en çok mültecinin olduğu ülkeler; Türkiye, Ürdün, Pakistan, Lübnan, İran, Etiyopya, Kenya, Uganda, Demokratik Kongo ve Çad. İlginç ve aynı zamanda dramatik olan ise; Suriye’deki krizi çıkartan ve pastadan pay almak için Suriye’nin başına üşüşenlerin zengin ülkeler olması ve en az sayıda mülteci barındıran zengin ülkelerin mülteciler için en az şeyi yapmasıdır.
Bu yazı habergzt.com.'da yayımlanmış olup 9058 defa okunmuştur .


17 Ekim 2016 Pazartesi

ALTIN PARA İLİŞKİSİ

Altın, önceleri değişim aracı, daha sonra ise yatırım ve saklama aracı olarak ekonomik hayatta önemli rol oynamıştır…











İnsanlar varoluşundan beri başkalarında bulunan mallara ihtiyaç duymuş ve bu ihtiyacı gidermek içinde çeşitli yöntemler ve araçlar kullanmışlardır.
İlk zamanlarda insanların takas (değiş-tokuş) usulü ile alışveriş yaptıkları, belirli aşamalardan sonra paranın keşfedildiği bilinmektedir. Takas yönteminin birçok  olumsuzluğu nedeniyle bu durum insanları bir çare aramaya itmiş, ilk olarak malların değerini belirlemek için bazı mallar kullanılmış, bir dönem canlı hayvan, kahve, kuru balık, hububat, midye ve istiridye kabuğu, pirinç gibi birçok mal para yerine kullanılmış, söz konusu malların standart olmaması, saklamada güçlüklerle karşılaşılması, aralarında değer ve kalite farkının bulunması, taşıma ve bölünme kabiliyetinin sınırlı olması sebebiyle bazı madenler para olarak kullanılmaya başlamıştır. Önceleri bronz, sonra demir ve bakır madenleri daha sonra değerli olan gümüş ve altın para olarak kullanılmıştır. Altın, parlak sarı renge sahip olduğu, kolayca işlenip şekil verilebildiği için ilk çağlardan beri insanların ilgisini çekmiştir.








Altın, önceleri değişim aracı, daha sonra ise yatırım ve saklama aracı olarak ekonomik hayatta önemli rol oynamıştır. M.Ö. 3200’de Mısır’da çubuk şeklinde para olarak, daha sonraları M.Ö.700 yıllarında sikke olarak basılmıştır. Para olarak altının kullanılmasının ticari hayatın gelişmesine büyük katkısı olmuştur. Her koşulda satın alma gücünü koruyabilmesi, değer saklama aracı olarak tüm dünya tarafından kabul edilmesi, siyasi ve ekonomik belirsizlik ortamında güvenilir olması, hemen tüm yatırım araçlarının getirileriyle zıt yöne sahip tek yatırım aracı olması nedeniyle altın, stratejik önem taşımaktadır. Altın, merkez bankaları açısından da başvurulabilecek en önemli kaynak olarak değerlendirilmektedir. Merkez bankaları, genellikle ulusal paranın değerini desteklemek ve dış ödemelerde kullanmak için ihtiyat amacıyla kasalarında altın stoku bulundurmaktadırlar.
Çalınma ve kaybolma riskini ortadan kaldırmak için altın ve gümüş paralar bankerlere ya da bankalara emanet edilerek, karşılığında nama yazılı, daha sonra da hamiline yazılı sertifikalar alınmıştır. İlk temsili paralar böylelikle ortaya çıkmıştır. Bugünkü anlamda kağıt para 20. yüzyılda ortaya çıkmıştır. 
1. Dünya savaşı sırasında altın rezervleri yetersiz olduğu için para ihtiyacı piyasaya sürülen banknotlarla karşılanmıştır. Savaştan sonra tekrar altın para sistemine dönülmüştür. Sistemde devletlerin bastıkları paralar karşılığında altın rezervi bulundurması gerekmekteydi. Altın ithal ve ihracının serbest olduğu bu sistemde, kamu otoriteleri ulusal parayı, paranın üzerinde yazılı olan değer üzerinden, istenildiğinde altına çevirmeyi taahhüt etmektedirler. 1968 yılında dolar krizi ile Doların altına dönüşmesi kayda bağlanmış, ABD Başkanı Richard Nixon tarafından 1971 yılında da Doların altınla ilişkisi tamamen kesilmiştir. Kâğıt paranın altın ile bir ilişkisi kalmamıştır. Buda para arzına geniş bir esneklik kazandırmış ve para arzının, ekonomi politikası aracı olarak kullanılmasını sağlamıştır. Yine de altının ödeme aracı fonksiyonu tamamen ortadan kalkmamıştır; özellikle uluslararası ödemelerde bu fonksiyon önemini muhafaza etmektedir. Ancak altın, mal ve hizmetlerin değer ölçüsü olmaktan çıkmıştır; hatta aksine kendinin değeri kâğıt para ile belirlenmektedir. Dolayısıyla altın artık para değildir. Yine de dünyanın her yerinde kolayca nakde çevrilebilen ve değerini koruyan bir meta olma özelliğini korumaktadır.
Günümüzde altın ve gümüş para veya bunların karşılığı olan banknotlar tedavülden kalkıp yerini kâğıt paralar almıştır. Son zamanlardaki küresel durgunluk ve ekonomik dar boğazı aşmak için belki de yeni arayışlar çerçevesinde altına dönüş olabilir.  Şimdilerde bazı ülkeler altın stoklarını artırma çabası içerisindeler. 
Bu yazı habergzt.com'da yayımlanmış olup 8482 defa okunmuştur .


10 Ekim 2016 Pazartesi

OPEC VE PETROL PİYASASI

OPEC üyelerinin farklı çıkar algılamaları, ekonomik olduğu kadar çoğu zaman önde gelen ithalatçılarla kurulan siyasal nedenlerden de kaynaklanabilmektedir...













Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) 16 Eylül 1960’ta başlıca beş petrol üreticisi olan 1 Venezüella, 2 Suudi Arabistan, 3 İran, 4 Irak ve 5 Kuveyt tarafından kurulmuştur. Örgüte, sonradan 6 Katar (1961), 7 Libya (1962), 8 Endonezya (1962), 9 Birleşik Arap Emirlikleri (1967), 10 Cezayir (1969), 11 Ni­jerya (1971), 12 Ekvator (1963-1993), 13 Gabon (1975-1994), 14 Angola (2007) katılmışlardır.
Örgüt ana amacını; “Bireysel ve toplu olarak üye ülkelerin çıkarlarının en iyi şekilde korunması için petrol politikalarının birleştirilmesi ve koordine edilmesi” olarak belirlemiştir.
Petrol rezervlerinin %81’i OPEC'in kontrolü altında bulunmaktadır. OPEC ülkelerinin başlıca gelir kaynağını petrol gelirleri oluşturmaktadır. Bu ürünün önemi ve küresel pazarın büyüklüğüne bakıldığında sanılanın aksine OPEC ülkeleri ürüne dayalı bir güce ve etkiye sahip değildirler. Ortak bir amaç uğruna bir araya gelen bu ülkeler ortak hareket etmemekte, çok sağlam olmayan ilişki içerisinde bulunan üye ülkeler, kendi bireysel çıkarlarını ön planda tutma yoluna gitmektedirler. OPEC üyeleri arasında politika ve çıkar farklılıkları kendisini, kuruluşunun ilk zamanlarından beri hissettirmiştir.
1973 sonu ve 1974 başlarında OPEC, petrol fiyatlarında dört kata varan oranlarda zam yaptı. Petrole 2. büyük zam ise 1979 yılında yapıldı. Bu gelişmeler sonrasında petrolün fiyatı 1980 başlarında 34 Dolar Nisan’da 116 dola­ra kadar yükseldi. 1999’da 16 Dolara kadar düştü. Bundan sonra yükseliş gösteren ham petrolün varili 2008’de tarihi zirvesiyle 140 Dolarlarakadar çıktı. 2013 de ise 108 Dolarlardaydı. Şu anda 49 Dolar seviyesinde. Petrol fiyatlarındaki ani yükselme nedeniyle gelirleri büyük oranda artan OPEC üyelerinin büyük bir kısmı, piyasanın yüksek fiyatlara vereceği uzun dönemdeki olası tepkileri göz ardı ederek, kısa dönem kazançlarını arttırma yoluna gitmişlerdir. Büyük oranlarda yükselen petrol fiyatlarının, uzun dönemde, dünyada petrole olan talebi azaltacağını bu durumun ise gelecekteki olası gelirleri üzerinde olumsuz etkiler yapacağı gerçeğini görememişler veya görmezden gelmişlerdir
















Petrol fiyatlarındaki bu aşırı yükselme, ithalatçı ülkelerde büyük dış ödeme açıkları ve dış borç yükü, ekonomi­lerinde ise şiddetli enflasyonla birlikte işsizlik (stagflasyon) sorunlarını doğurmuştur. Tüketici ülkeler aniden yükselen bu petrol fiyatlarına tepki olarak ekonomilerini koruyabilmek için akaryakıtı daha tasarruflu kullanan araçların yapımınayönelmişlerdir. Buna ilaveten, petrol tüketiminin önüne geçebilmek için gerek gümrük gerekse tüketim vergilerini arttırma yoluna gitmişlerdir. Alınan önlemler ve bu uygulamaların sonucunda, küresel petrol tüketiminde büyük bir azalma gözlenmiştir.
Petrol fiyatlarına yalnızca OPEC’in küresel talepteki açığı kapatabilmeye yönelik arz politikası ve üye ülkelerin kendi çıkarları doğrultusunda piyasayı manipüle etme çalışmaları etki etmemektedir. OPEC’in oluşumunun ilk yıllarındaki olayların ve politikalarının günümüze kadar gelen yansımalarında diğer nedenler açıkça görülmektedir. Bunlardan biri, OPEC petrolünün çoğu zaman ekonominin temel prensipleri içerisinde işlem görüp ticareti yapılan bir ürün olmaktan ziyade politik amaçlara hizmet eden bir ürün olarak görülmesidir. İkincisi OPEC üyelerinin politikalarının farklılık arz etmesidir. Düşük rezerv düzeyine sahip olan üyeler, genellikle, yüksek petrol fiyatlarının oluşumunu desteklemekte, büyük rezervlere sahip üyeler ise, genellikle, daha ılımlı bir petrol fiyatı politikası izlemektedirler. Petrol üretimi konusunda önde gelen OPEC üyelerinin farklı çıkar algılamaları, ekonomik olduğu kadar çoğu zaman önde gelen ithalatçılarla kurulan siyasal nedenlerden de kaynaklanabilmektedir.
ABD ile geliştirdiği ilişkilerin boyutu ve yoğunluğu gereği Suudi Arabistan, kendi petrol üretim ve fiyatlandırma politikalarını belirlerken bu ülkenin çıkarlarını da gözetme eğilimi taşıyan bir tutum içerisinde bulunmaktadır. Kuveyt’te benzer politikalar içerisindedir. Bu durumda diğer üreticiler petrol fiyatlarının yüksekliğinden kaynaklanan yüksek gelirlerden mahrum olmaktadır. Bu politika ithalatçı ülkelerinde işine gelmektedir. Ancak petrole alternatif kaynak araştırma ve geliştirmelerini de yavaşlatmaktadır. Diğer yandan ABD-Suudi ilişkileri hiçbir zaman sadece petrolden ibarette olmamıştır. İşin aslı, petrolden elde edilen inanılmaz gelirin, rakiplerini ya da müttefiklerini değil de ABD’nin kendi önemli ve kilit sektörlerini Suudi yatırımlarıyla güçlendirmesidir. İki ülke arasındaki ilişkileri yıllardır ayakta tutan “petrol karşılığında güvenlik” bağıntısı içinde geçerli. ABD’nin kaya petrolü devrimiyle petrol ithalatı bağımlılığını azaltması, Suudi Arabistan ordusunun ise son yıllarda askeri kabiliyetlerini artırmasıyla bu bağıntı her iki ülke içinde yeniden değerlendirilmeye alınmıştır.
Son zamanda ham petrol fiyatlarının 140 Dolarlardan 33 Dolara kadar aşağı çeken genelde belli başlı dillendirilen etkenlere gelince;
- Asya’daki talebin (özellikle Çin ve Hindistan'da) daha önceden beklendiği kadar hızlı artmayacağının anlaşılması,
- Suudi Arabistan'ın liderliğinde OPEC üyelerinin üretimlerini kısmamaları sonucu petrol piyasasında oluşan arz fazlasının olduğu,
- ABD’nin petrol üretiminin 2007 yılında günlük 5 milyon varilden 2014'te günde 10 milyon varile çıkması olduğu,
- Küresel ekonomiye yönelik büyüme beklentilerinin zayıflamasından ve OPEC'in tepkisine yönelik belirsizliklerden kaynaklandığı,
- ABD ve Suudi Arabistan'ın petrol fiyatlarını Rusya ve İran'ı zora sokmak için düşürdüğü yönündeki düşüncelerinde var olduğu,
- Üretici ülkelerdeki savaşlardan dolayı petrol üretiminin kontrolsüz kalması ve kayıt dışı kalan petrolün bu bölgelerdeki savaşların finansmanı için piyasa fiyatına bakılmaksızın, spot fiyatların oldukça altında satılması,
Yükselen dolar ve küresel ekonomiye ilişkin tedirginliklerin petrol fiyatları üzerindeki etkisinin daha fazla hissedildiği,
şeklinde açıklanmaktadır.
Kuruluşunun beri bir ve aynı anlayış içinde olamayan OPEC üyeleri, görülebilir bir gelecek içerisinde de aynı politikayı uygulayabilme becerisinden uzak olacakmış izlenimini vermeye devam etmektedir. 











Bu yazı habergzt.com'da yayımlanmış olup 7706 defa okunmuştur .


ELEKTRİKLİ OTOMOBİLLERİN PETROLE ETKİSİ

Her şeye rağmen yakın gelecekte petrol yakıtlı araçların pazar payının önemli bir kısmına elektrikli araç sektörü sahip olacak… İlk el...